EDEBİYAT 

ENVER GÖKÇE (2) / ‘BUGÜN GÖRÜŞ GÜNÜMÜZ, DOST KARDEŞ BİR ARADA’

Enver Gökçe’nin şiirinde oluşturduğu bileşim, esasında sadece bir edebi akımla sınırlı olmayan, yaşamın ta içine işleyen, her nüvesine etki etmeye çalışan bir tavırdır. Bunu kişisel bir duruş olmaktan ileri götürüp sosyal bir görev addeder. Kendisi gibi düşünenlerle bir dernek etrafında bir araya gelerek kitle örgütü oluşturma yönünde adımlar bile atar (1948). “Derneğin Ankara Denizciler Caddesi’nde bir ahşap evde merkezi vardı. Faaliyetleri arasında halka her türlü yardım vardı. Örneğin, halkın hasadına bilfiil iştirak etmek, katılmak gibi faaliyetler bunların arasındaydı. Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere, sekiz-on üyesi ile bir İstanbul-Ankara arasında yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara-İstanbul yolculuğu beş-altı gün sürdü ve tamamlandı.

Bu tarz faaliyetlerin bedelini bir şekilde ödemek gerekiyordu ve öyle de oldu. 3 aylık bir tutukluluk dönemi… Ankara Cezaevi… Kendi deyimi ile “üç ay boşu boşuna geçti”. Ama aslında öyle değildir. Bu dönemde edindiği birikimler, yabana atılır cinsten değildir. Çok bilinen iki şiiri, ‘Görüş Günü’ ve ‘Fakültenin Önü’, onun bu dönem ürünlerindendir:

Bugün görüş günümüz/ dost kardeş bir arada/ telden tele/ mendil salla, el salla/ merhaba! // İzin olsun hapisane içinde/ seni/ senden sormalara doyamam/ yarım döner cıgaranın ateşi/ gitme, dayanamam.

1950’li yıllar, çok partili döneme geçişin yaşandığı, toplumda yapay bir umut dalgasının dolaştığı yıllardır. “Türk halkı da Demokrat Parti madrabazlarının peşinden gitmektedir.” Bir tür kırgınlık baş göstermiş olacak ki Gökçe kendi ekmek parasının peşinden koşmaya başlar ve İstanbul’da Yurtlar Müdürlüğünde iş hayatına atılır, Kadırga Öğrenci Yurdunda yöneticilik yapmaya başlar. Çok sürmez, meşhur 951 Tevkifatı başlar. Gökçe de bundan nasibini alır. Mahkemeye çıkarılıp mahkûm edilen 168 kişiden biri de odur. Ülkenin pek çok hapishanesini dolaşarak yedi yıllık mahkûmiyetini tamamlar. Bunun üçte biri kadar da sürgün cezası vardır.

Aydınlar, muhalif kimlikleri gereği, otorite tarafından mevcut rejime bir tehdit unsuru olarak algılanırlar. Sürekli bir takibatın unsurlarıdırlar. Siyasi çalkantıların eksik olmadığı, istikrarın idame ettirilemediği dönemlerde, otoritenin gücünü hissettirdiği ilk adrestir onlar. Hemen toparlayıp özgürlüklerini kısıtlayarak daha kolay kontrol edebilecekleri bir ortama, cezaevlerine ‘yığmak’, gelenek haline gelmiştir. Aydınların kontrolleri dışında gelişen bu toplaşmalar, onların arasındaki karşılıklı etkileşimi, fikir alışverişini ve bunun doğal sonucu olarak da her birinin ufkunun genişlemesini sağlar. Bu açıdan bakıldığında cezaevlerini, “aydın kimliğinin pekiştiği” mekânlar olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bu tür gelişimler için ortam hazırlarlar; aydınların en güzel ürünlerini verdikleri mekânlar olurlar. “O zamanlar edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan şimdi rahmetli olmuş Ulvi Uraz ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları bulunuyordu. Şükran Kurdakul da o zamanlar tutulup getirilmişti.

Yoğunlaşıp içlerine döndükleri, hayata olabildiği kadar dışından, uzağından bakıp ne olup bittiğine dair daha sağlıklı tahlilleri yaptıkları mekânlardır. Bunun ötesi, sanatçı duyarlılığıdır ve bundan alınan feyz ile meydana gelen eserlerdir. Bunun pek çok örneği mevcuttur. En bariz ve güzel örneği Nâzım Hikmet’tir.

Bu açıdan bakıldığında Gökçe, cezaevi yıllarını en iyi şekilde değerlendirmiş; hem kendi gelişimini, birikimini sağlamış hem de en verimli dönemini geçirmiştir. “Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum. Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan ‘Yusuf ile Balaban’ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Birtakım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. ‘Ve zaman akar, zaman geçer,/ zaman zindan içinde’ dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destanı kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik, destanın saklanmasında gösterilemedi ve eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, ‘Başlangıç’, ‘Uy Kirpi Kız Kirpi’, ‘Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür’ ve ‘Kirtim Kirt’ adlı son bölüm kalmıştır.

Gök Mustafa’, ‘İbrahim’, ‘Uyan Ali’m’ şiirleri değişik yönleri ile kırsal kesim insanının yaşamını, ‘Yusuf ile Balaban Destanı’nda tüm çelişkileri ile yaşam kavgasını ustaca sergilemiştir.

Fakat madalyonun bir de öbür yüzü vardı. Cezaevlerinin sağlık üzerindeki olumsuz etkileri yadsınamayacak kadar ağırdı. Özellikle o dönemlerdeki koşulların daha ağır olduğunu, “zindan”ın sözcük anlamından öte, içinin doldurulduğu dönemler olduğunu düşünecek olursak, fotoğraf biraz daha netleşmiş olur. “Sanatını daha da geliştirecek, en olgun eserlerini verecek çağa girmişti. Harbiye mahpusuna düştüğü vakit 30 yaşında idi. Yazık ki böyle başlayan ve uzun süren çileli hayat ve hapislik Enver’in yalnız sağlıklı yaşamasının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Onun 1960’tan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiçbiri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşında budadılar. (…) Romatizmaları eskiden de vardı. Ama hapiste iyice arttı. Enver hapisten posası kalmış bir insan olarak çıktı. (…) Onun en çileli yılları bundan sonra başladı.” (Başgöz)

Sen benimsin,/ ciğerparem, sevdiğim/ gülden ağır/ söylemem sana. // Saçlarına/ kızıl güller takayım/ salın da gel,/ bir o yana/ bir bu yana. // Meğer/ müşkil işmiş hürriyet/ savunmayla yetmiyor/ bir başka sevda! // Telden/ demirden geçsen/ mapusu delsen/ ne fayda!

Cezasını’ tamamladıktan sonra, Çorum Sungurlu’da bir zaman sürgünlüğünü sürdürür. “Her gün Sungurlunun bir karakolunda ispat-ı vücut ediyorduk; kendimizi gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz Allah’a kalmıştı. Böylece sürgünümüz devam etti.” İşsiz-güçsüz geçen Sungurlu sürgünlüğünden, iş-güç bulabileceği Ankara’ya naklini ister ve geriye kalan sürgünlüğünü Başkent’te geçirir.

Sürgünlüğün ardından İstanbul, şairin mekânı olur yine. Bu dönemde, bu defa, Menderes karşıtı muhalefet yükselmiştir; gösteriler, protesto mitingleri artmıştır. Bu sıralarda Turan Emeksiz’in ölümü üzerine, onun adına bir şiir yazmıştır:

Bir yürüyüş eylediler sabahtan/ ılgıt ılgıt kan gider, loy loy!/ Dayan dizlerim, dayan!/ Ağla gözlerim, ağla!/ Namlu puşt olmuş, atayağı puşt./ yine düşman elindeydi vatan./ (…)/ Vay anam, vay!/ Bu belalı başınan/ kime ne diyem,/ kime ne diyem,/ nerelere gidem?/ Ya derdime derman/ ya katlime ferman!/ (…)

Muhalefetin artması, yine toplu bir sürgün dönemini getirir beraberinde. Enver Gökçe, sürgün yeri olarak kendi memleketi olan Erzincan’ı ister ve köyüne döner. Oradayken de, onun deyimi ile “27 Mayıs Devrimi başlar”. Sürgünlük sona erer ve hayat kavgası kaldığı yerden devam eder.

Çalışmaya başladığı gazete 1963 yılında kapanınca işsiz kalır ve Pablo Neruda çevirilerini sürdürür. Neruda’ya bir yakınlığı söz konusudur. Bu, aynı zamanda sıkıntılı bir dönemidir. Kısa süreli işler, maddi güçlükler, sağlığında meydana gelen bozulmalar… Hepsi üst üste gelmiştir. Sonunda dayanamaz ve İstanbul’a veda ederek köyüne yerleşir. Basılması için girişimlerde bulunduğu kitapları, çevirilerinin basılıp basılmadığından bile habersizdir. Çok ihtiyacı olduğu halde, bunlardan da maddi bir kazancı olmamaktadır. “Her yıl kış aylarında köyümde bulunuyordum. Yazları gezebileceğim zamanlarda dışarı çıkıyordum. Ankara, İstanbul gibi şehirlere geliyordum. Bu arada şiir üzerindeki çalışmalarım ve çevirilerim devam etti.

Dostlarının çoğu aramaz olmuşlar. Yazamıyor, okuyamıyor, iş göremiyormuş. 1967’de Türkiye’ye dönüşümde ilk işim Enver’i aramak oluyor. Yusuf Atılgan’ın evinde kalıyormuş, evi de Yaşar Kemal biliyormuş. Yaşar’a uğruyorum. Enver’in odasına varıyoruz. Enver bir yer yatağına bağdaş kurup oturmuş. Yatağın yanında, yerde bir sigara tablası var. İzmarit dolu. Geceyi gene uykusuz geçirmiş olmalı. Kucaklaşıp ağlaşıyoruz. Enver sandığımdan da kötü, elleri titriyor. Ayağa kalkamıyor, kalksa ayakta duramıyor. Enver bitmiş… Ertesi gün Sirkeci’de buluşmak üzere ayrılıyoruz. Sirkeci’de bir lokantaya giriyoruz. Enver yürüyemediği için başka bir yere gidemiyoruz. Enver eski dostlardan dert yanıyor: ‘Bunlar halkçı değil balıkçı, kardeşim’ diyor, ‘sen burada olsan ben bu hallere düşmezdim.’” (Başgöz)

Munzur’um/ pus/ içinde/ savrulur/ karla/ rüzgârla/ aşağıda/ domates/ biber/ fideleri/ çalışır/ derin/ kuyularda. // (…) // Ve/ Keban/ dedikleri/ bir/ küçük/ şehir/ yediğim/ ağu da/ içtiğim/ zehir/ oy kurban/ ölem/ ben/ ölem/ kuytularda.

DİZİNİN TÜM KAYNAKÇASI:

1– Enver GÖKÇE, Yaşamı ve Bütün Şiirleri (1981), (Kendi kaleminden yaşam öyküsü, Ankara, 1977-1980)

2– http://www.siir.gen.tr/siir/biyografi/enver_gokce.htm

3– İlhan BAŞGÖZ, Enver Gökçe ile Bir Nice Yıl, İmece, Sayı: 7 / Ocak 1999 http://web.archive.org/web/20010822204450/imece.org/arsiv/enver.html

4– İlhami SOYSAL, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, 3. Bası / 1998, Bilgi Yayınevi, Ankara

5– Enver GÖKÇE, Âşık Veysel Üzerine, Yaba Yazın Dergisi, Temmuz 1982: 23 http://www.alewiten.com/edebiyatozanlar2701041.htm

6– Tahir ABACI, Varlık Dergisi, Temmuz 2000

7– Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık

8– Mehmet Ergün, Enver Gökçe Şiiri (Dost Dost İlle Kavga, İstanbul, 1977)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar